31 Ocak 2020 Cuma

TİRAN


Bir Balkan şehrinden yine merhaba...

Sıcak bir "merhaba" ama... En son 2016'da bu mevsimde açılışı yaptık ve sıcak bir merhaba demiştik Balkanlar'a. O gün de hava deri ceketle gezecek kadar iyiydi. Bugün de öyle. Beş yıldır gelenekselleşmeye dönen sömestr Balkan turumuzda bu sefer Tiran'dayız. Zaman zaman montlarımızın bile fazla geldiği sıcak bir hava... Hele Umay... Neredeyse kısa kolluyla gezecek İskender Meydanı'nın parlayan mermerleri üzerinde. Nedir bu Balkanların "İskender" merakı diye içimden geçirirken Makedon ve Yunanların İskender'inden farklı ve çok daha yakın bir dönemin şahidi Arnavutların İskender'i. Meydan çok büyük. Şehrin hangi sokağına baksanız yol İskender'e çıkıyor. İskender bir direnişçi... Hem ihanetin hem de sadakatin simgesi...



Meydanın karşısında müze binası, tadilat nedeniyle giremedik, bir yanında oprea binası, diğer yanında belediye binası biraz ileride Ethem Bey Camii ve saat kulesi. Bu karışık mimariler Arnavutluk'un kendisi gibi.  Hepsi kendi evreninde. Müslüman'ı, Ortodoks'u, Katolik'i... Öyle tipinden, giyinişinden, ifadesinden hangisi, hangisi anlayamazsın. Yani en azından ben çok anlayamadım. Hoş bir sentez. Analiz edilmeyi seçmemişler. Geçen yıl bu zamanlar gittiğim ve çok beğendiğim Bosna'da simalar, ifadeler, renkler ve giyinişler ayırt ediciydi. Tabii etnik farklılıklar da var, karşılaştırmak doğru olmasa da ayrıştırılmamış çok renkliliği sevdim.



Arnavutluk, gezdiğim 6. Balkan ülkesi. Zor zamanların bölgesi Balkanlar'ın saat kulesi ortaklığı burada da var. Seviyorlar zamanın acımasızlığını hatırlatmayı.

Balkanların vazgeçilmezi köfte ve börek... Buradaki de kendine has ve lezzeti yerinde. Arnavutluk'ta diğer Balkan ülkelerinde görmediğim, Romanya hariç, İtalyan etkisi yiyeceklerde gayet baskın. en nihayetinde coğrafya kader. 70 km uzağındaki İtalya'nın tadı Arnavutluk mutfağında var. Bu da bizim işimize geldi: pizza, makarna, çikolata... Hepsini zevkle denedik. Hatta gece 11'den sonra çikolatalı krep yiyecek kadar haddimizi aştık.



Eskiden de böyle miydi bilmiyorum ama kafeler yine hınca hınç doluydu. Çoğu Balkan ülkesinde olduğu gibi orta yaş ortada yok, meydan gençlerin ve yaşlıların. Kahve çeşitleri ve tüketimi sınırsız. Hem de fiyat olarak uygun. Öğle saati ile sokaklara dökülen masalarda köfte ve bira. Çünkü bu onlar için en önemli öğün.



Sokak ezgileri de şehirleri anlatır. Onlar da biraz coğrafyadır. Klarnet ve akordeon bir Balkan ülkesinde olduğunuzu kulaklarınıza da ispat ediyor. Göbekli bir amca klarneti tercih ederken şapkalı bir Slav'ın akordeonu seçmesi bir tesadüften ziyade tarihin canlı gerçeğiydi.

Sokaklar çok geniş. Birçok yerde üç gidiş, üç dönüş var. Trafik ışıklarına ise çok anlam veremedim ya da benim bilmediğim yazılı olmayan kuralları var. Yüksek çınarlar da eminim yaz boyunca yaylara kolaylık sağlıyor. Ve bisiklet yollarıyla, bisikletliler... 7'den 70'e herkes bisiklette. Geniş bisiklet yollarında hem sağlığın hem ucuzluğun peşinde. Yollar ise turuncu otobüslerin ve Mercedes'lerin. Otobüsler Bükreş, Sofya ve Bosna'ya göre daha iyi görünüyor. Mercedes'ler ise Almanların hediyesi sanırım çünkü farklı araba tercihi neredeyse yok.



Gelelim asgari ücrete... Türkiye'yle hemen hemen aynı. Fiyatlar da Türkiye'den pek farklı değil, restoranlar hariç. Bu konuda Balkanlar Türkiye'nin eline su dökemez. Karnınızı tıka basa en güzel yiyeceklerle doldursanız da üç kişinin yiyip içtiği leki, liraya vurduğunuzda tutar 120'yi geçmiyor. Hem de lüks caddelerinde, bilinen mekanlarında... Biz de sınır tanımadık, yedik içtik.

Sınır tanımazlık deyince bir de kitapçıları dolaştık. Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'tan sonra Sabahattin Ali ve İskender Pala'yı da Arnavutçaya çevrilmiş görmek beni mutlu etti. Hele Sabahattin Ali... Sokakta tanıdık görmek gibi bir şey. Kitap raflarında bir Arnavut yazarla tanışmak... O da sınırlarını aşmış bir yazar: İsmail Kadare.



O zaman ver sloganı: Dünya küçük, sınırlarını aş.