Teoman'nın "Sus Konuşma" şarkısının "Bir tren camından dünyayı gördüm." sözlerini tekrar ederek başladı yolculuk. Ama şarkının sözlerindeki gibi "hâline üzüldüm" yerine başka sözlere ihtiyaç vardı. O zaman bir tren camından "Balkanlar'a merhaba" diyerek başlıyorum. Balkanlar'da bir şehirden başka bir şehre yolculuk ederken aynı ailenin başka başka çocuklarının evine gelmiş gibi olursunuz. Bu coğrafya içinizde biraz buruk olan hoş bir tat bırakır. Bir yanınız herkesten farklıyken bir yanınız herkesle aynıdır. Bu duygularla tren, camıma çeşit çeşit ışıklar taktı. Yattığım yerden ağaçları, yolları, bulutları izledim. İzlemek yetmedi, ciğerime çektim.
Bratislava'da her yer pırıl pırıldı ama ışıl ışıl değildi. Sokaklar tertemiz ve mimarî havayı da gözleriniz çok rahat teneffüs edebiliyor. Belki de hâlâ Doğu Blog'unun etkisi binalar gereksiz ışıklandırılmamış, sanatın sadeliğiyle az şaşa, bol yaşanmışlıkla şehir ayaklarınıza seriliyor, içinizde bir dinginlik bırakıyor. Bir tatlı huzur almaya gelmiş gibiydik Brtaislava'dan. Ekmeğimizi bir "gulaş"a bandık, bandıkça tadına vardık ama yine de bir öğünü Balkan yemeklerine ayırmadan edemedik. Bir Üsküp lokantasında "cevapçiçi"nin hakkını verdik. Aynı zamanda Avrupa'nın ortak mirası olan pizzalar, sandiviçler ve kruvasanlar da harikaydı.
Slovakların deyimiyle "Dunaj" bizde ise "adı büyük Osman Paşa"nın nehri Tuna... Avrupadaki on ülkede olduğu gibi Bratislava'ya da varlığıyla, tarihiyle can vermiş Tuna Nehri. Stary Most üstünde güneşi Tuna'ya batırmak hazzını da hafızamıza koyarken iki kadeh şarap getirmemiş olmanın küçük pişmanlığını içimizde yaşadık.
Gün erken başlıyor, gece de erken bitiyor buralarda. Aslında geceyi hiç de erken bitirmemişken Slovaklara uyduk ve güne çocuklarla olmamıza rağmen epey erken başladık. Elimizde sandviçlerimizle meraklı gözlerimiz yine bir trende cam kenarı kollamaya başladı. Yolculuk Viyana'ya. Tren bu yolculuğa daha da haz kattı. Hem yüzleri inceliyor hem de tren camından gözümüzün görebileceği hiçbir şeyi kaçırmamaya özen gösteriyorduk.
Aralarında 60 km bulunan iki başkent. İkisi de özgün. Aralarındaki tren yolu sayesinde yumuşak bir geçiş yapıyoruz Viyana'ya. Yol boyunca gördüğümüz grafitiler muazzam. İnsan eli isterse kara duvarları bile güzelleştiriyor. Yavaş yavaş kozmopolitin içine giriyoruz. Renkler çoğalıyor, sesler artıyor. Viyana sokaklarına kuş misali süzülüyoruz. Sokaklar bizi süzüyor, biz gördüğümüz her şeyi içimize süzüyoruz. Altı farklı gözden deklanşörlere basılıyor. Nereye dönsek, neyin altını karıştırsak tarih çıkıyor, korunmuş mimarî çıkıyor, sanat çıkıyor. Yoruluyoruz bir kahve şart. Ama nereye dönüp de kahvemizi içsek... Tam kalbini seçiyoruz: Aziz Stefan Katedrali. Manzara ihtişamlı. Hangi heykele, hangi kuleye bakacağımızı şaşırmamız normal.
Şehir kalabalık ama dağınık değil. Biraz dolaşınca harita kafanıza çok rahat kodlanıyor. Bütün şehir bisiklet yollarıyla çevrili alışık olmadığımız için zaman zaman bisikletçileri zor durumda bırakmış olabiliriz. Bisikletlilere ve onlara yollar yapan anlayışa gönülden saygı duyuyorum.
Zamanımız kısıtlı ve hızımıza ayak uydurmaya çalışan kızlarımız... Az zamana çok şey sığdırdık. Akşam trene bindiğimizde sanki hayatımızdaki bazı şeyler daha bir farklıydı. Gözlerimi bu düşüncelerle yumdum. Açtığımda yine yollardaydık. Altı omuzda da birer çanta... İçine neler dolduruldu bilinmez. Kızların ağzında bir şarkı: "Nerde yedin euroları, söyle." Anne babalarda bir gülümseme... Kader olan neydi coğrafya mı yoksa o coğrafyayı yaşatanlar mı?
Farklı dilleri, farklı tenleri bol bir uçaktan tekar Sofya'ya iniyoruz. Balkanlar'a tekrar hoş bulduk. Karnımızı aksırıncaya tıksırıncaya kadar etle doyurduk. Artık tamamdık. İstanbul'a hazırdık. Bu sefer otobüsle yola çıktık. Garda da otobüste de farklı ülkelere ait pasaportlar vardı. Beş yıl önce de Sofya'ya gelmiştim. Bu durum hiç gözüme çarpmamıştı. Sanki Sofya insanların Doğu'ya ya da Batı'ya açıldığı bir kavşaktı. Galiba taşlar oynuyor, dünya değişiyor ve biz de içimizdeki çığlıkla ama sessizce bu değişikliğe tanıklık ediyoruz.