13 Ağustos 2022 Cumartesi

Beş Gün, Üç Kent...

Teoman'nın "Sus Konuşma" şarkısının "Bir tren camından dünyayı gördüm." sözlerini tekrar ederek başladı yolculuk. Ama şarkının sözlerindeki gibi "hâline üzüldüm" yerine başka sözlere ihtiyaç vardı. O zaman bir tren camından "Balkanlar'a merhaba" diyerek başlıyorum. Balkanlar'da bir şehirden başka bir şehre yolculuk ederken aynı ailenin başka başka çocuklarının evine gelmiş gibi olursunuz. Bu coğrafya içinizde biraz buruk olan hoş bir tat bırakır. Bir yanınız herkesten farklıyken bir yanınız herkesle aynıdır. Bu duygularla tren, camıma çeşit çeşit ışıklar taktı. Yattığım yerden ağaçları, yolları, bulutları izledim. İzlemek yetmedi, ciğerime çektim.


Geceye İstanbul'da başlayıp günü Sofya'da açtık. Tren garları biraz da ülkelerin panoramik görüntüsü gibidir. Öyle içine kapanık ki Sofya garı da... Biraz gezdikten sonra yönümüzü havalimanına çevirdik. "Coğrafya kaderdir." sözünü aklımdan geçirip başka yüzleri, başka pasaportları incelemeye başladım. 
2016 yılından beri mütevazi yollarla gezdiğimiz Balkanlar'ı neredeyse bitirmiştik. Şimdi gözümüz Orta Avrupa'daydı. Merhabayı yemyeşil, dingin, ılık Bratislava'da yaptık. Geldiğimizde akşamüstüydü.  Şehir yumuşacık; insanlar mutlu, sakin, kuralcı.  Biz de renk katmaya çalıştık zaman zaman. 



                                               

 Bratislava'da her yer pırıl pırıldı ama ışıl ışıl değildi. Sokaklar tertemiz ve mimarî havayı da gözleriniz çok rahat teneffüs edebiliyor. Belki de hâlâ Doğu Blog'unun etkisi binalar gereksiz ışıklandırılmamış, sanatın sadeliğiyle az şaşa, bol yaşanmışlıkla şehir ayaklarınıza seriliyor, içinizde bir dinginlik bırakıyor. Bir tatlı huzur almaya gelmiş gibiydik Brtaislava'dan. Ekmeğimizi bir "gulaş"a bandık, bandıkça tadına vardık ama yine de bir öğünü Balkan yemeklerine ayırmadan edemedik. Bir Üsküp lokantasında "cevapçiçi"nin hakkını verdik. Aynı zamanda Avrupa'nın ortak mirası olan pizzalar, sandiviçler ve kruvasanlar da harikaydı.

                                         

Slovakların deyimiyle "Dunaj" bizde ise "adı büyük Osman Paşa"nın nehri Tuna...  Avrupadaki on ülkede olduğu gibi Bratislava'ya da varlığıyla, tarihiyle can vermiş Tuna Nehri. Stary Most üstünde güneşi Tuna'ya batırmak hazzını da hafızamıza koyarken iki kadeh şarap getirmemiş olmanın küçük pişmanlığını içimizde yaşadık. 


Gün erken başlıyor, gece de erken bitiyor buralarda. Aslında geceyi hiç de erken bitirmemişken Slovaklara uyduk ve güne çocuklarla olmamıza rağmen epey erken başladık. Elimizde sandviçlerimizle meraklı gözlerimiz yine bir trende cam kenarı kollamaya başladı. Yolculuk Viyana'ya. Tren bu yolculuğa daha da haz kattı. Hem yüzleri inceliyor hem de tren camından gözümüzün görebileceği hiçbir şeyi kaçırmamaya özen gösteriyorduk. 




Aralarında 60 km bulunan iki başkent. İkisi de özgün. Aralarındaki tren yolu sayesinde  yumuşak bir geçiş yapıyoruz Viyana'ya. Yol boyunca gördüğümüz grafitiler muazzam. İnsan eli isterse kara duvarları bile güzelleştiriyor. Yavaş yavaş kozmopolitin içine giriyoruz. Renkler çoğalıyor, sesler artıyor. Viyana sokaklarına kuş misali süzülüyoruz. Sokaklar bizi süzüyor, biz gördüğümüz her şeyi içimize süzüyoruz. Altı farklı gözden deklanşörlere basılıyor. Nereye dönsek, neyin altını karıştırsak tarih çıkıyor, korunmuş mimarî çıkıyor, sanat çıkıyor. Yoruluyoruz bir kahve şart. Ama nereye dönüp de kahvemizi içsek... Tam kalbini seçiyoruz:  Aziz Stefan Katedrali. Manzara ihtişamlı. Hangi heykele, hangi kuleye bakacağımızı şaşırmamız normal. 

                                       

Şehir kalabalık ama dağınık değil. Biraz dolaşınca harita kafanıza çok rahat kodlanıyor. Bütün şehir bisiklet yollarıyla çevrili alışık olmadığımız için zaman zaman bisikletçileri zor durumda bırakmış olabiliriz. Bisikletlilere ve onlara yollar yapan anlayışa gönülden saygı duyuyorum.










Zamanımız kısıtlı ve hızımıza ayak uydurmaya çalışan kızlarımız... Az zamana çok şey sığdırdık. Akşam trene bindiğimizde sanki hayatımızdaki bazı şeyler daha bir farklıydı. Gözlerimi bu düşüncelerle yumdum. Açtığımda yine yollardaydık. Altı omuzda da birer çanta... İçine neler dolduruldu bilinmez. Kızların ağzında bir şarkı: "Nerde yedin euroları, söyle." Anne babalarda bir gülümseme... Kader olan neydi coğrafya mı yoksa o coğrafyayı yaşatanlar mı?

Farklı dilleri, farklı tenleri bol bir uçaktan tekar Sofya'ya iniyoruz. Balkanlar'a tekrar hoş bulduk. Karnımızı aksırıncaya tıksırıncaya kadar etle doyurduk. Artık tamamdık. İstanbul'a hazırdık. Bu sefer otobüsle yola çıktık. Garda da otobüste de farklı ülkelere ait pasaportlar vardı. Beş yıl önce de Sofya'ya gelmiştim. Bu durum hiç gözüme çarpmamıştı. Sanki Sofya insanların Doğu'ya ya da Batı'ya açıldığı bir kavşaktı. Galiba taşlar oynuyor, dünya değişiyor ve biz de içimizdeki çığlıkla ama sessizce bu değişikliğe tanıklık ediyoruz. 

                                     

31 Ocak 2020 Cuma

TİRAN


Bir Balkan şehrinden yine merhaba...

Sıcak bir "merhaba" ama... En son 2016'da bu mevsimde açılışı yaptık ve sıcak bir merhaba demiştik Balkanlar'a. O gün de hava deri ceketle gezecek kadar iyiydi. Bugün de öyle. Beş yıldır gelenekselleşmeye dönen sömestr Balkan turumuzda bu sefer Tiran'dayız. Zaman zaman montlarımızın bile fazla geldiği sıcak bir hava... Hele Umay... Neredeyse kısa kolluyla gezecek İskender Meydanı'nın parlayan mermerleri üzerinde. Nedir bu Balkanların "İskender" merakı diye içimden geçirirken Makedon ve Yunanların İskender'inden farklı ve çok daha yakın bir dönemin şahidi Arnavutların İskender'i. Meydan çok büyük. Şehrin hangi sokağına baksanız yol İskender'e çıkıyor. İskender bir direnişçi... Hem ihanetin hem de sadakatin simgesi...



Meydanın karşısında müze binası, tadilat nedeniyle giremedik, bir yanında oprea binası, diğer yanında belediye binası biraz ileride Ethem Bey Camii ve saat kulesi. Bu karışık mimariler Arnavutluk'un kendisi gibi.  Hepsi kendi evreninde. Müslüman'ı, Ortodoks'u, Katolik'i... Öyle tipinden, giyinişinden, ifadesinden hangisi, hangisi anlayamazsın. Yani en azından ben çok anlayamadım. Hoş bir sentez. Analiz edilmeyi seçmemişler. Geçen yıl bu zamanlar gittiğim ve çok beğendiğim Bosna'da simalar, ifadeler, renkler ve giyinişler ayırt ediciydi. Tabii etnik farklılıklar da var, karşılaştırmak doğru olmasa da ayrıştırılmamış çok renkliliği sevdim.



Arnavutluk, gezdiğim 6. Balkan ülkesi. Zor zamanların bölgesi Balkanlar'ın saat kulesi ortaklığı burada da var. Seviyorlar zamanın acımasızlığını hatırlatmayı.

Balkanların vazgeçilmezi köfte ve börek... Buradaki de kendine has ve lezzeti yerinde. Arnavutluk'ta diğer Balkan ülkelerinde görmediğim, Romanya hariç, İtalyan etkisi yiyeceklerde gayet baskın. en nihayetinde coğrafya kader. 70 km uzağındaki İtalya'nın tadı Arnavutluk mutfağında var. Bu da bizim işimize geldi: pizza, makarna, çikolata... Hepsini zevkle denedik. Hatta gece 11'den sonra çikolatalı krep yiyecek kadar haddimizi aştık.



Eskiden de böyle miydi bilmiyorum ama kafeler yine hınca hınç doluydu. Çoğu Balkan ülkesinde olduğu gibi orta yaş ortada yok, meydan gençlerin ve yaşlıların. Kahve çeşitleri ve tüketimi sınırsız. Hem de fiyat olarak uygun. Öğle saati ile sokaklara dökülen masalarda köfte ve bira. Çünkü bu onlar için en önemli öğün.



Sokak ezgileri de şehirleri anlatır. Onlar da biraz coğrafyadır. Klarnet ve akordeon bir Balkan ülkesinde olduğunuzu kulaklarınıza da ispat ediyor. Göbekli bir amca klarneti tercih ederken şapkalı bir Slav'ın akordeonu seçmesi bir tesadüften ziyade tarihin canlı gerçeğiydi.

Sokaklar çok geniş. Birçok yerde üç gidiş, üç dönüş var. Trafik ışıklarına ise çok anlam veremedim ya da benim bilmediğim yazılı olmayan kuralları var. Yüksek çınarlar da eminim yaz boyunca yaylara kolaylık sağlıyor. Ve bisiklet yollarıyla, bisikletliler... 7'den 70'e herkes bisiklette. Geniş bisiklet yollarında hem sağlığın hem ucuzluğun peşinde. Yollar ise turuncu otobüslerin ve Mercedes'lerin. Otobüsler Bükreş, Sofya ve Bosna'ya göre daha iyi görünüyor. Mercedes'ler ise Almanların hediyesi sanırım çünkü farklı araba tercihi neredeyse yok.



Gelelim asgari ücrete... Türkiye'yle hemen hemen aynı. Fiyatlar da Türkiye'den pek farklı değil, restoranlar hariç. Bu konuda Balkanlar Türkiye'nin eline su dökemez. Karnınızı tıka basa en güzel yiyeceklerle doldursanız da üç kişinin yiyip içtiği leki, liraya vurduğunuzda tutar 120'yi geçmiyor. Hem de lüks caddelerinde, bilinen mekanlarında... Biz de sınır tanımadık, yedik içtik.

Sınır tanımazlık deyince bir de kitapçıları dolaştık. Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'tan sonra Sabahattin Ali ve İskender Pala'yı da Arnavutçaya çevrilmiş görmek beni mutlu etti. Hele Sabahattin Ali... Sokakta tanıdık görmek gibi bir şey. Kitap raflarında bir Arnavut yazarla tanışmak... O da sınırlarını aşmış bir yazar: İsmail Kadare.



O zaman ver sloganı: Dünya küçük, sınırlarını aş.







2 Ekim 2012 Salı

ÇİZGİ ROMAN


"Anlatsam roman olur."
Ne beylik bir laftır.
Peki anlatamayıp çizenlerinki ne olur?

14 Eylül 2012 Cuma

TURUNCU DEVRİM




Tüm renkler hızla kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler.

diyor elimden düşmeyen kitabında Asaf. Ne renkler var kaybolmaya yüz tutmuş, ne renkler var doğayı hakkınca boyayamamış. Silik bir turuncu siyah ve beyazın gölgesinde kalmış. Hepimiz bu küçük lamba gibi rengimizi sunuyoruz ama tüm renkler birleşmişçesine kirletiyor onu. Boyuyor tanımsız bir alacaya. Siz korkmayın dökün renginizi ortaya. Renginize...

1 Eylül 2012 Cumartesi


DÜŞEŞ


Sabah ayazında 
bir çiy damlasına 
dokunur gibi 
gülüşüne 
dokunuyorum...

dokunduğun yerlere
dokunurken
 heyecanlanacak kadar
seni
seviyorum...

Nevzat TEKİN 

11 Mart 2012 Pazar

Doğal, Yalın, Açık...

Karlı bir yolculuğun içimizde doğurduğu korkudan çok, beyazın yüreğimize bıraktığı ferahlıkla, saflıkla yolculuğa başladık. Ve o gün fark ettim beyaz, yeşilden sonra doğanın en yakışıklı rengi.

Büyük şehirlerin geniş janjanlı sokakları sizi ne kadar bunalttı bilmiyorum ama Mudurnu'dan alınma şu küçücük kare dar sokakların samimiyetini sundu bir anlık da olsa. Samimiyet sırrını çözmek için objektifin takıldığı her noktaya.

Çok sanatsal konuşup doğayı zorlamaya gerek yok aslında. Çünkü mora, pembeye, turuncuya bulaşmadan oluşmuş karelerdi onlar: doğal, yalın, açık... Biz daha fazla bozmayalım artık...

3 Mart 2012 Cumartesi

GİTME!


Kazım Koyuncu İşte Gidiyorum ile  feyeka

Gitme 
vakti
geldiyse
gitmeli
yavaştan 
ama
yavaştan
belki
biri
seslenir
arkadan
"GİTME!"
diye
Nevzat Tekin

Sevgilerin Gücü Adına...

Hayatın gerçekleri karşısında güçlü olmak lazım ama güç ne ve kime ait? Bir sürü bilinmeyen var ama bilinen bir gerçek de var, bu güç yalnızlıklarının içinde kaybolan insanlara ait değil ya da yalnızlık güç değil.  

24 Aralık 2011 Cumartesi

İyi Bir Gün Olmayacak Yarın

Senin yazmayı bıraktığın gün, senden kaptığım yazma hastalığına sığınmak ne kötü! Ama sen de hak verirsin ki seni kime anlatsam yetersiz kalacak, en iyisi seni en iyi anlayan ve en iyi anlatan şeye sığınmak, yazıya...
İlk defa metafor sözcüğünü sende duydum, önceleri meteorla karıştırdım. Ama ne fark ederdi, ikisinde de seni anlatan bir şeyler vardı: Metaforlarla dolu hayatına sık sık meteorlar düşerdi. Ve sen her meteordan bin metafor üretir; hayatına, okuluna, dizelerine katardın. Sonra bir gün o metaforları çözme fırsatı buldum ve her satırda senin deyiminle "civciv sarısı umutları" okudum.
Şimdi de "civciv sarısı umutlarını" toplayıp gidiyorsun. Yoksa bu da mı bir metafor.
Cümleleri sana uygun bitirmek gerek
"İYİ BİR GÜN OLSUN YARIN!"
Sevgili Öğretmenim.


Haziran bulutları
olsun yatağın
aşka düşsün yolun
düşünde
bir dere kenarında
söğüt gölgesine sığınsın başın
ayakların suda
- aslında su senin ayaklarında gülüm-
elinde Bursa işi bir çakı
sabaha kadar
umutlarını yont!
Bir de beni düşün
düşünde
yokluğun
nasıl da
haziran bulutuyum
söğüt dalıyım
akan / akmayan suyum
ama illâ ki
yonttuğun umudum...

İyi geceler gülüm,
iyi bir gün olsun yarın...


NEVZAT TEKİN



10 Aralık 2011 Cumartesi

Buldumcuk Mutluluk


Bir dostun güzel daveti sonbaharın başına denk geldi. Ruhumuzu kahkahalarla, dünyamızı güneşin hoşça kal gülücükleriyle ısıttık.



Balıklar bizden keyif sizden, dediler. Ama göz göre göre cana kıymak kolay değil!


Gönlümüz el vermedi, balıklara hayatın gerçeğini gösterip onları suya geri salıverdik, balıkların mutluluğu salatamıza, ekmeğimize bulandı.


Elveda demek zordu ama önce güne, sonra yaza ve en sonda dostlara teşekkür edip yol aldık uzaklara.
Ve merhaba yeni zaman dilimlerinde yeni mutluluklara...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

KARE / KÖŞE


Hayattan yakalanan küçük bir kare... Ne kadar dingin, ne kadar özgün ve ne kadar yılgın bir geceye gömülmekte... Çektim, kopardım hayattan, size getirdim. Zihninizin ekleyin bir köşesine

16 Ağustos 2011 Salı

SOBE

Şu saflığın üzerine kurumuş bir yaprak gibi ben de düşsem ve orada hayat bulsam. Hayat, yakaladım seni. SOBE!

11 Ağustos 2011 Perşembe

ALTINOLUK...


Sabah erken saatlerde başlayan gezimizde arabayı kullanan arkadaşım dışında herkesin gözlerinden uyku akarken hepimiz, yüzümüze bir kova soğuk su atılmış gibi silkindik. İçimizden "Memleketimizden İnsan Manzaraları" deyip yaratıcı arkadaşları tebrik ettik. Ayrıca kardeşimize de hayırlı teskereler: " 22 YILLIK FİLME 15 AYLIK REKLAM GİRDİ."


Nasıl gözüküyor? Belki çok sıradan... Ama hayatımda yediğim en lezzetli kahvaltıydı. Ben de köy çocuğuyum ama neden bu kadar lezzetli yumurta , bal ve sıcak ekmek yemedim diye kendime sormadan edemiyorum. Yoksa biz anlamadan birileri bizi şehirli mi yaptı? Üzüldüm kendi adıma böyle bir kahvaltıya ve doğaya bu kadar hasret kaldığım için.


Kaz Dağları... Adını coğrafyadan çok duydum, yerini de biliyordum ama tanışma fırsatı yeni buldum. Ne kadar geç kalmışım, meğer ne kadar ayıp etmişim, dağ deyip geçmişim. Müthiş bir doğa kendini koşulsuzca sunmuş insanoğluna. Kızgın güneşin altında yanmış çorak teniniz Sütüven Şelalesi'nde ve Hasan Boğuldu'da bizim deyimimizle cos diye bir ses çıkaracaktır. Gerçekten birçok denizde bulamayacağınız berraklık ve serinlik burada. Hele koca bir yılın vücudunuzu kızdırdığını düşünüyorsanız bu doğa ve su tam sizin için. Ama ne olur doğadan anlamayana söylemeyin, insanoğlunun kirli elleri bu suları kirletip ısıtmasın.


Şu ağacın bir dalında oturup ayaklarını serin sulara doğru sallamak... Kulağında çekirge sesleri ama suyun dingin sesiyle karışınca zıtların yarattığı bir uyum... Ciğerlerine çektiğin havanın burnunu ve soluk borunu inceden yakması... Size nasıl bir hayat verir, düşünün; ama bir daha gerçek dünyaya dönmeyin, orada kalın.


Her güzel şeyin sonu... Kalabalık insanlar, alışveriş çılgınlığı, bir gürültü, bir hareket... Ama yine de çok beğendim Altınoluk gecelerini. Her keseye, her cüsseye, her düşe göre ayrı bir gece. Seni bir şeyler yapmaya zorlayan mekanlar yok. Özgürsün... Aynı Altınoluk'un denizi gibi şeffaf ve dalgalı...